Biliyor musun, sen yansımasın aslında. Neyin veya kimin yansımasısın bilmiyorum. Banyo sonrası aynada oluşan buğunun ardındasın. Belki kapalı kalmış, belki saklanmışsın. Geçmiş yıllarımın bir çığ gibi toplanarak üzerime yığdığı ‘keşke’lerin, pişmanlıkların bir görüntüsüsün belki de…
Ben’in, benim bile buruşturup küçücük ettiğim, yok olmaya bıraktığım, saklandığım, korktuğum ben’in habercisisin. Toprakta filizlenen çiçekler; zehirli ama güzel çiçekler gibisin gönlümde, gözlerimde. Kuruttuğum pınarlarda yeşeren gözyaşısın. Gömdüm, evet gömdüm ama sen elindeki kazma kürekle deşiyorsun mezarı. Utançlarımı çıkarıyorsun. “Pişman değilim” in altındaki iniltiyi duyacaksın. Paramparça olup yine de sevgisini dağıtan kalbimin parçalarına rastlayacaksın. Gündüzler çıkacak, gözlerin kamaşacak. Ne yazık ki çabuk biter gündüzler; gün ışığı. Karanlığımla baş başa kalacaksın. Gecelerime rastlayacaksın. Saatin şaşıracak çünkü dakikalar fırlayacak mezardan. Bekleyiş, ağlayış, batış dakikaları. Yaşlanacaksın, yaşlanacak! Bakma, bakıp da anlayamazsan, özgür bıraktığın onca şey beni tekrar mahvedecek. Yaşsaydın onca derinde, boğulur muydun? Yoksa acıyla, normal dışı, suyla nefes alıp vermeyi öğrenir miydin benim gibi?
Sana dokunuyorken, bana dokunuyormuşum gibi hissetmemin sebebi ne? Bilmiyorum. Özdeşleştirmiş olmak seni kendimle, korkutuyor beni. Ya ben olursan, ya bana yaşatılmışlar sana da yaşatılırsa? Oysa gülüp geçmem lazım. Sen de farklı değilsin ki... Hele bir de ‘ben’ olmak! Taşıyamazsın. Omuzların kaldırmaz. Biliyorum, senin de gözlerinde burukluk var; ışıltısındaki kırıklığı biliyorum. Ellerinin sıcaklığını ve sarılışının sıkılığını sorguluyorum. Belki de o koskoca labirentimizdeki şaşırtmacalardan biri de bu. Sağa veya sola, öne veya arkaya ama bir şekilde sana sapmak istiyorum. Ya önüme özenle koyulmuş, ustaca hazırlanmış bir tuzaksan; belki de öyledir.
Yeni pişmanlıklara yelken açıyorum. Sonunu görmeden başlıyorum yüzmeye. Hedef sensin. Bir problem var sadece. Önüm uçsuz bucaksız. Gökyüzü, deniz ve ufuk. Zaten karadan ayağımı keseli bir daha dönmemişim geriye. Korktuğum; ya dünya tek bir kara parçasından ibaretse? Yüzüyorum...
Bir bir karşıma çıkarıyorsun her şeyi. Kahreden, deli eden de bu ya... Hayır, yok onlar, onlar geçti, her şey geçmişte kaldı! Kurcalama! Yıktığım ve yaptım zannettiğim kiliselerin aslında birer harabe olduğunu gösteriyorsun. Üstelik yürürken! Tutup kolumdan “Bak, işte bu kadar. İnşa ettiğini mi sandın, oysa sen her şeyi mahvettin” diyorsun. Yıkma, ne olur yıkma. Ben o harabelerin, yıkılmışlıkların arasında ibadet ediyordum sevgiye. Bana Tanrı’sızlığı gösterme!
Ya yağ, bulutlarımı boşuna karartma; ya aç, bana karanlığı tekrar tekrar yaşatma. Mumum bile yok artık. Beni yokuş yukarı sürme. Sürünürken koşturmaya kalkma. Bu kadarım ben, ya yetin, ya bana senden kat. Aynaya saklanma ve bana ben gibi bakma. Göz göze geldiğimde yaşlanıyorum. Saniyelerim yıllara dönüşüyor. Yaşlı ellerim, sarkmış derim ve yorgun kalbimle sarılıyorum sana. Yaşanmışlıkların kirlettiği gömleği ters giyip temiz karşılıyorum seni. Hayat bu, tek gömlek. Kalanını kirlet, kanatırsan yüreğimi, kana bula gömleği. Yeter ki sev, sev, sev...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder