16 Haziran 2008 Pazartesi

ARA

Ortası kırmızıya boyalı pencereden dar sokağa bakarken anlamsızca dolanıverdi düşünceleri. Günün o saatindeki güneş parıltıları söndü, her yer grileşti...

Zaten kasvetli gelen yerde tüm renkler birbirine karıştı. Ortaya gri-kahverengi arası bir ton çıktı. O eski fotoğraflarda bilemediğimiz biçimde rahatsız eden renk... Yaşanmış, donuk, soğuk...

O 'an', portmantoda asılı pis bir palto gibi geldi. Sanki zamanı asılı olduğu yerden alırsa, eline pislik bulaşacakmış gibi...

O 'an', asılı olduğu yerde kaldığı sürece büyük, kirli, yuvarlak saat çalışmıyordu. O eski, akrebi-yelkovanı işlemeli saatlerdendi 'an'ın saati. Her geçmeyen saniyede, içinde yılların biriktirdiği tortu artıyordu. İşlemedikçe eskiyordu saat. Kabus gibi kararıyordu içi. Kum saatiymişçesine doluyor, doluyordu karanlık içine…

Bakakalıyordu bakamadığı yerlere. Bakışının açısı değişsin diye kafasını çeviriyordu bakışının. Düşünceleri saatte kalıyordu; pisliklerinde. Zaman içini tıkıyordu git gide. Nefes... Nefes alamıyordu!

Hava da asılıydı havada. İşaret parmağını havaya kaldırıp dokundu; jöle gibi kımıldandı hava... Başını öne doğru uzatıp, jöleden bir derin nefes çekti içine. Ciğerleri yapış yapış oldu.

Yüzüne dışarının gölgesi vurdu ortası kırmızıya boyalı pencereden. Rengi kırmızı oldu utandığı zamanlardaki gibi. Gri-kahverenginin içinde o renklendi kırmızıya doğru. Herkes ona baktı, kızarmaya devam etti dur-durak bilmeden.

Ona bakanların şaşkın havası da yoktu. Korku filmlerindeki gibi ağır çekimde dönüyorlardı ona doğru. Sadece kafalarıyla, ifadesiz... Öyle bakıyorlardı ki, oraya ait olmadığını hissetti. Kalkmak istedi -aslında içinin rengini taşıyan- o yerden. Hiç sevmemesine rağmen, yeşile özlem duydu. Yeter ki buradan kurtulsundu.

Ama anılarından çivilenmişti oraya. Anıları eskimemiş olmasına rağmen zamanı orada bir yerde kaybetmişti, biliyordu, anıları oradaydı.

İki eli de masaya çiviliydi. Ellerindeki kan içeri doğru akıyordu; masadaki tüm kanı çekiyordu damarlarına... Oranın kokuşmuşluğunun bulaştığı kan iyice doldu içine. Kalbi çürümüşlüğü pompalayıp daha da çürüttü bedenini...

Artık anısı kalmamıştı masanın üzerinde. Anı oldu o an orada... Yine de bekledi hiç gelmeyeceğini bildiği birini, bir şeyi... Kalkamıyordu ki o lanet masadan!

Garsona işaret etti...

- Sizin... Menünüzde keyif vardı.

- Artık çıkarmıyoruz.

- Peki mutluluk soslu bir şeyiniz var mı?

- Onu da menüden kaldıralı çok oluyor.

- Peki bayat da olsa aşk var mı?

- Siz yanlış yere geldiniz galiba…

Dedi ve dudak büktü onu küçük görürcesine. Menüyü uzattı önüne.

- İşte...

- O zaman hezimet alayım, yanında da biraz pişmanlık.

- Pişmanlık bugün tükendi, yerine yalnızlık vereyim, burada en fazla tutulan ikinci yemek bu.

- Olur...

Garson yüzünde acıma hissine dair hiçbir ifade olmadan koydu önüne yemeği. O yalnızca yedi yalnızlığı. Son lokmayı da ağzına attığında, yıllardır aynı yemeği yiyiyor olmanın verdiği mide bulantısı dalga dalga ağzına ulaştı. Masadan kalkamadan tüm yediklerini çıkardı yediğinin üç katı hızla. Kustukları diğer müşterilerin üzerine bulaştı. Artık yalnız müşterilerdi onlar...

Hoşnut kalmış mıydı yemekten? Bilmiyordu ama tam annesinin yemekleri gibiydi. Buraya bundan böyle hep gelecekti... Bu bir türlü kalkamadığı lanet olası masaya bile katlanacaktı. Aynı yaşamı gibi. Yaşamının aynası gibi...

Hiç yorum yok: