Gündüz her şeyin firarisi. Yalnızlık bile kendini gecenin odasına kilitlemiş sanki. İşlerimizden omuzlarımız düşmüş evlerimize yollandığımızda, kurtarılmış bir hayat kadını edası ve işvesiyle karşılayacak bizi. Yemekleri bile hazırlamış olacak. Acıyla kavrulmuş aşağılanmışlık ana yemek. Gerisi özlenmişliklere açlık zaten, tatlı beklemek ne büyük aptallık!
Gece beynimizde dönüp duran vızıltısal kelime üşüşmeleri gündüz kaçışan cüceler misali. Harfleri yakalamak büyük beceri. Değil sayfalarca iç döküşler, bir kelime, bir cümle oluşturmak bile lüksün ötesinde imkansıza dayalı.
Aynaya bakmak lazım gündüzleri. Var olduğumuzu gözümüzle görmek için. Görmezsek inanmayacağız, çünkü kalp atışları bile belli belirsiz. Gündüz, bir kalp neye atar ki? Bir de... Ancak gündüz fark edilebilir fiziksel yaşımız. Gece aynaya bakışımızın sakıncalı olduğu kadar gündüz sakıncasız... Zaten gündüz her şey sakıncasız! Tüm sakıncalar gece başlar. Gece aynada görürüz içimizin çürümüşlüğünün yüzümüze nasıl yansıdığını. Gece yaşımızı bilemeyiz, gece yalnızca ‘yaşlarımızı’ görürüz. Tüm envanterini çıkarabiliriz eklenmişlerin-çıkarılmışların bizden. Biri, bizden, bizi, bir zaman önce çalmışsa, eksik kısmımızı ancak gece aynada görebiliriz. Düştüğümüz dehşeti ise ancak gündüz hafifletebilir; ne kadar hafifletebilirse…
Yani asıl uyuduğumuz anlar geceleri değil, gündüzleri! Boğazımıza kadar uyuşturucuyla doldurulmuş bebekler misali anlamsızca yapmamız gerekenleri yapıyoruz. Sırtımızda bizi kuran bir anahtar, hepimiz aynı fabrikadan çıkma ucuz bebekleriz.
Aslında gündüze dair söyleyecek pek de bir şey yok. Gündüz ruhun uyku anı çünkü. Gündüz parlak bir isteksizlik. Var olduğumuzu sandığımız yokluk anları. Göz kamaştırıcı bir karanlık. Ruhsuz yüzlere asılı anlamsız mimiklerin oynaşma saatleri. Gündüz asıl karanlık. Karanlığın rengi ne ki? Sana nasıl öğretildi? Karanlığın asıl rengi ne?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder