16 Haziran 2008 Pazartesi

Bunun

Bunun, hiçbir şeyle alakası yok.

Bunun, her şeyle alakası var.

Bunun, senin kilolu olmanla alakası yok.

Bunun, benim aldığım kilolarla alakası var.

Bunun, onun senden güzel olmasıyla alakası yok.

Bunun, onun benden daha hoş olmasıyla alakası var.

Bunun, senin zevklerinle alakası yok.

Bunun, senin zevklerinle alakası var.

Bunun, onun maddi durumuyla alakası yok.

Bunun, onun benden çok daha iyi şartlarda bulunmasıyla alakası var.

Bunun, ortak paydayla alakası yok.

Bunun, paylaşamadıklarımızla ve senin onunla paylaştıklarınla alakası var.

Bunun, sana alışmamla alakası yok.

Bunun, alışkanlıkla direkt bağlantısı var.

Bunun, seni incitmekle alakası yok.

Bunun, incinmemle yakından ilişkisi var.

Bunun, seksle alakası yok.

Bunun, eksikliklerimle alakası var.

Bunun, gelecekle alakası yok.

Bunun, gelecek her yeni günle alakası var.

Bunun, ilişkimizle alakası yok.

Bundan böyle sevgiyle alakasız bir ilişki var.

Bunun, aşkla alakası yok.

Bunun, aşkın kolay yıkılabilirliğiyle alakası var.

Bunun, bizimle alakası yok.

Bunun, senin bizsizliğinle alakası var.

Bunun, uykusuzluklarınla alakası yok.

Bunun, ilerideki tüm uykusuzluklarımla alakası var.

Bunun, yalanla alakası yok.

Bunun, aptal yerine konmayla alakası var.

Bunun, zayıflıkla alakası yok.

Bunun, güçlenmekle alakası var.

Bunun, gitmenle alakası yok.

Bunun, kalmamla alakası var.

Bunun, affetmeyle alakası yok.

Bunun, affetmeyle alakası yok.

Ebeveynlerim Küçülüyor

Evet, bu o standart ‘yaşlanınca çocuklaşıyorlar’ lafının biraz açılmış hali. Biraz önce babama baktım, beynimde şimşekler çaktı. Benim kocaman, heybetli babama ne olmuş? Bedeni yıpranmış, zihni yorgun, azmi küçülmüş, kazandığı para azalmış, bu azalmayı kaldıramayan omuzları düşmüş... Hani o içine gömüldüğüm geniş koynu nerede? Beni havaya kaldıran güçlü kollar peki? Ah be babam, kocaman babam! Ne yaptı zaman sana böyle?

Ardından annem geldi aklıma. Yürürken eteğine, saçına, gerdanına takılı kalmış en aşağı beş on çift gözle gezen annem. Arkadaşlarımın “Annen kadar cilveli olabilsen ortalığı yıkar geçirirdin” dedikleri annem... Ticari hayatı boyunca elinden hiçbir iş kurtulmamış, istediğini elde etmeyi bilen, zamanının minicik memleketinden genç yaşta çıkıp yurt dışında okumaya cesaret edebilen annem! Şimdi yalnızlığın paniğinde, kaçan güzelliğinin peşinde. Acılar daha büyük cüssesine. Onun boyuna yetişmek için dik durmaktan ne zaman vazgeçmişim, ne zaman kolunu onun omzuna dolayacak kadar büyümüşüm ben?

İkisi de daha kırılgan; camdan sanki... İkisi de daha küçük, ağlarken görür müydüm oysa onları eskiden? Şimdi dilediğimce asi ve acımasız bile olamıyorum bir çocuğa yaraşır biçimde... Aile yadigarıymış gibi sorumluluğu gizli bir törenle bana veriyorlar sanki.

Şimdi ben düşünüyorum başlarına birşey gelir mi diye... Üşütmüş, bakabilir mi kendine, bu sefer de bankamatikten para çekerken parasını çalarlar mı? Düşer de kalçasını kırar mı? Yalnız kalabilir mi evde? Karşıdan karşıya geçebilir mi?

...

Ölürler mi birdenbire?

Geçmiş Zaman Olmaz ki

Şiirlerimi çaldılar!

…ve gençkızlığımı beraberinde. Onsekiz yaş kalp çarpıntılarımı ellerime tutuşturup, kupkuru yaşlara attılar beni. Ardımdan kapıyı kapattılar. Kilitlemedikleri anları yakalayıp içeri daldım tüm gücümle zaman zaman; yeniden kapının önüne koydular. Giderek daha sert kovdular...

Basit cümlelerimi, daha önce kullanılmış aşk kelimelerimi aldılar. Yerinde kullanılan kelimelerle düzgün bir dil bıraktılar. İçeriğimi çaldılar. Beni soyup soğana çevirip, büyüklüğümle ortada bıraktılar...

Nereye düşeceği belirsiz temiz ve dinmez gözyaşlarımı kuruttular. Buğular kaldı geriye... Yukarı doğru bakıp, dudaklarımı ısırıp kuruttuğum ıslaklıklarla yetiniyorum şimdilerde.

Onlara kızarken en çok bana acıyorum ben. Çünkü severdim her yetişkin gibi yetişmemişliğimi... Toy hatalarımı, sonradan gülüp geçilecek acılarımı, seçkin umursamazlığımı, büyük doğrularımı...

Belki daha da büyüyünce kızmayacak olduğum ‘onlar’ -ki onlar da çocukluklarını kaptırmışlar- benim küçüklüğümü kıskandılar...

Dair

Hayalinin parlak metal ince telli saçlarından düşerken, sen yine de çakılacağın yerin kuştüyüyle kaplı olmasını dile… Düşün, kabusa dönüşürken, hayallerin gerçeğe koşar adım gitmektedir nasılsa. Hayat asasının senin elinde olduğunu sanmaya devam ederken, kukla hayatı yaşadığını bilmektir belki inanmak…

Rüyanda aldığın yolun ne zaman ve nerede sona ereceğini düşünmek bir yana, acaba sen zamanın ve hayatın neresinde yaşadın? İnanç, kazanç, aşk ve sorularla boğuştuğun o anlarda, yani yaşam dediğin küflü kompozisyon paragrafında, yazın çoktan yazılmış, sayfan yırtılmış ve içine asla dönemeyeceğin o defter kapatılmıştır.

Başın ve sonun aynıdır senin. Yüzüne bakıp, k..ını görürsün. İyilik dediğin noktada harcadıklarını, kötülüklerinde, senin kırık parçalarını… İçin dışın bir senin, derim, benliğim dediğin şeffaf abanda.

Konuşmaya başlamadan önce, kendinle ilgili söyleyebileceğin tek şey, başladığın hayatın noktasının nereye konulacağıdır. Lakin bu bilgi edinilmiş olmadığı gibi, konuşmaya başladığında söze dökülemediğinden, gün batımı gibi batar, yiter bilincinin derinliklerinde.

Sonunu bil. Hatırla geçmişteki geleceğini. Ancak o zaman ne kadar aciz olduğunu bilirsin çünkü. Almaya kalkışma yanına başka aciz hayatları. Çünkü senin yolun tercihli. Senin yolun çıkmaz. Başkasına, o yolu gerisin geriye yürütme boşa.

Düşünmemek en kolayı zaten. Süzülerek, düş dolu geçirmek istiyorsan lanet dolu günleri, dene elbet. Her tatlı, acıyı biraz daha acılaştıracaktır ama sen düşünme yine de...

Tutun hayalinin parlak metal ince telli saçlarına. Uçuşurken o saçlar, rüzgarında, hiç tatmadığın lezzetlerin kokularını ciğerlerine çek. Benzetmelerle dolu hayatın, en benzememiş aktarmalarını, hayat şiirine dönüştür. Kuştüyü san, öyle hisset, düştüğünde beynin ve bedenin paramparça olsa da… Niye ki? Sen zaten düşmeyeceksin. Düş değil mi…

Bez

Çok uzatmayacağım. Toplayıp koyuyorum küçük çantama kendini büyük sanan umutlarımı. Küçük ceplere heyecanlarımı da sıkıştırıp gideceğim. Ömürler kadar sürmeyecek hazırlanmam. Kelimelerimi de kendimle birlikte götüreceğim, ardımdan öyle sağa sola saçılmayacaklar, halında iz bırakmayacaklar.

Zaten yapamıyor olmam bir yana, üzerinde çok da konuşmayacağım bu sefer. Yenilginin adını değiştirmeyeceğim, önüne arkasına savunmalar koyup, kabullenmezlik etmeyeceğim.

‘Hoşça kal’ derken, gerçekten öyle kalmanı istemeyeceğim. Çünkü ölene dek aklınla kalbinin bende kalmasını dileyeceğim içimden.

Sonra kaldıracağım tüm gücümle bana sonsuz ağır gelen çantayı. Ve taşıyamayacağımı bilerek, gözyaşlarımı da o iliştireceğim.

Yolda bir yerde bırakıp, yoluma devam edeceğim bu sefer.

Sen korkma, uzun sürmez toparlanmam...

‘Hoşça’ da kalma...

Unutmamak Gerek

Ölümü unutmamak gerek…

Binbir acıyla kasılmış yüzlerimiz, görmesek rengine kesin al diyeceğimiz yaşlarımız, tüm iç organlarımızda derin tırnak izleri ve şimdi, yarına çıkamayacağımızdan eminiz. Sevdiğimiz kişi artık yok!

Elleri var hala karşımızda, kendini tutana soğuk duran elleri. Gözlerini biz kapattık, biz de görmek istemiyoruz başka birşey artık. Canımız uyuşturulmadan bölünmüş, yarısını kapanacak ve bir daha açılmayacak bir çukura gömüyoruz.

O sonsuz uykusuna eller arasında yollanıyor, biz de sonlu uykularımıza dönüyoruz ve zaman onun için dururken, bize hiç izin vermiyor.

Uyuyoruz, uyanıyoruz, uyuyoruz, uyanıyoruz, uyuyoruz, uyanıyoruz, soğuyoruz. Giderek seyreliyor düşünceler, onunla ilgili anılar. Ocağa düşen ateşler sönüyor, kora dönüşüyor. Korlar soğuyor, küle dönüşüyor ve biz, hayatımıza devam ediyoruz…

Peki ağlayıp sızlarken, “ne kadar gençti” derken, daha yaşayacak çok şeyinin olduğunu söyler ve onu iyilikleriyle anarken hiç mi düşünmüyoruz bu gidişlerin birer öğreti olabileceğini? Düşünemeyecek kadar acıyor canımız… Ama acı sönüyor, öğreti kalıyor ortada bir yerde. Hem de her daim uzanabileceğimiz yerlerde, elimizin ayağımızın hissizce çarptığında fark etmediğimiz her an…

Yenilenemeyecek kiralık hayat sözleşmelerimizin sonu varsa, ne için ve nasıl yaşadığımızı bir kez, bir daha ve birçok ve ardından bir kez daha düşünmemiz gerekmiyor mu?

Yarın ölebilecek birini affetmek, yarın ölebilecek biri için çok mu zor?

Kimsenin canını yakmadan yaşamaya çalışmak, canımız yandığı için mi imkansız?

İnsan-hayvan, ölümlere seyirci kalmak, öldürmek kadar kötü değil mi?

Doyumsuz eğlenceler, bitmez başka/taze beden arayışları, paraya para katma hırsı nereye kadar?

Temel doğrular, herkes için değil mi?

O zaman unutmamak gerek ölümü. Toplu iğne bile götüremiyorken yanımızda; kalan yalnızca yaptıklarımız, kalacak yalnızca adımız…

Soğuyunca acılar, öğrenemiyorsak ölümlerden hiçbir şey, dinmez inşallah acımız…

Doğru

Güzel kalemleri çizgisiz sayfalarla buluşturmak için ne kadar eşsiz bir sabaha karşı! Etmek istediğim tüm teklifleri içimde defalarca tekrarlamaktan bozulmuş doğal davranış eğrimi uyuyacağım birkaç saat içinde normale çevirmeye çalışacağım birazdan. Ciğerlerim kadar havasız, anılarımı üzerine kıyafetler atarak saklamaya çalıştığım yatak odam, beni sırtımdan itiyor yeni bir hayata başlayayım diye. Ve üzerine vazife olmadan kalkıştığı şey kendi sonu olacak, bilmiyor.

Polyanna kıyafetlerimi yeni çıkardım attım, şimdi üzerime ağırlık çöküyor. Komidinin üzerine koydum yüzümde gün boyu asılı kalmış gülümsememi. Çıplağım şimdi; yalnızca gözlerim kapalı. Üzerime, umut örtüsünü çekmeye çalışıyorum; sıkışmış yatağımın benim olmayan yarısına. Çekiyorum çekiyorum, gelmiyor. Ancak ayaklarımı örtüyor; yüreğim hala açıkta.

Başucumdaki hayaletlere arkamı döndüm. Sadece sessiz çığlıklarını duyuyorum. Açılmış kocaman ağızları ıssızlık yaymaktan başka birşey yapmıyor bu gece.

‘Kara’ kalemimi yerine koymanın vakti geldi. Gözlerimi açıp, uykuya dalmamın...

Ellerim

Kendimi çarmıha geren ellerim var benim; tecrit odasına dışarıdan kilitleyecek ellerim…

Yolunda giden dünyayı durduran donuk; zamanla olan göbek bağımı parçalayarak kopartan cani ellerim var…

Kalp denilen organın içindekileri söküp alıp, kağıtlarda şekillendiren, bir bakışın en soğuk anı kadar geride, kendini keskinleştiren; pamuktan nasır ellerim…

Kendi yarattığı hayat maketini yumruklayarak ufalayan; serinlemek için ateşe dokunan…

On parmağında on marifet ellerim…

Gelmedik Aşkı

Limanlara sığınmaya değil, yelken açıp rüzgara meydan okumaya geldik. Boşuna dalgalar yok; ardında durgun sular getirsin diye... Boşuna ıssız ada hikayeleri; kurtulmaya...

Fareler gibi terk etmeye gelmedik ilk zorlukta, tahta parçasına tutunmadan parçalanmaya; korkak olmaktansa ölmeye geldik.

Karada kurumaktansa, denizlerce gözyaşı dökmeye geldik. Ayaklarımızı yere basmamaya, dibine kadar inmeye geldik.

Ben ve ben, denizin üstesinden gelmeye geldik...

Geç Oldu

Geç oldu, en iyisi git artık. Neredeyse asırlar oldu sana sevgimi anlatmam. Sesim çıkmaz oldu, sözcüklerim tükendi. Adına gün diyelim; gün bitti, günler bitti. Sen de bakma artık yüzüme dilsiz çocuk, git artık.

Dünyayı çevirdim, üzerine bir kez daha dolandı anlattıklarım. Cümle alem sezdi, dilleri aynı olmasa da, biraz da boyun büktü. Seninle ben o ara gözyaşı döküyorduk yalnızca. Olmazı olura çevirmeye çalışırken, yanlışlar yaptık; elimizde imkansız kaldı. Avuçlarımızın içinde dolu dolu imkansızlık! Omuzlarımızda taşıyacağımızın çok daha fazlası; hüzün. Peki nasıl taşıdık? Belki zorlanmadandı gözlerimizdeki yaş. Her yiğidin harcı değil bunu kaldırmak ya… Kaldırdık mı sandın!

Geç oldu, en iyisi git artık. Hatırlar mısın gidiş yolunu bilmem. Çoktandır içimdesin… Senin giysin benim, bensiz üşüyeceksin. O yüzden oyalanmadan var varacağın yere. Ben giysine bakarım. Sakın aklına başkasını getirme. O giysiler yalnızca sana göre. Giydirir miyim sanırsın başkasına?

Giderken iki acıklı gözünü de al. Sen yokken de ben onların bana nasıl bakacağını biliyorum nasılsa. Nasılsa bildikçe ben de ağlıyorum. Gözyaşlarımızı biriktirdiğimiz kutu kalsın bende. Yoksa bilemem sana aitleri ne yapacağımı.

Keşke kalsan ama, geç oldu, en iyisi git artık. Keşke yakalasaydık doğru saatin doğru vuruşunda aşkın kalıcılığını. Geçti gitti, geri döner sanma. Dileklerle, sanrılarla aşkı karıştırma artık. O saat de benim; istemez miyim sanırsın zamanı geri çevirmeyi… Bırak aşkımızı, doğmaya dönerdim, doğmazdım bile; bilirsin…

Kaldıkça beni bırakıyorsun, git artık. Çıkarsan bir çift yürek kalacağız, kalırsan iki küskün birey. Dilsizliğiyle yüreğini anlatan çocuk! Her ‘git’, boğazımda yeni bir düğüm, bil artık! Dedirtme daha fazla.

Geç oldu… Git artık…

Gündüz

Gündüz her şeyin firarisi. Yalnızlık bile kendini gecenin odasına kilitlemiş sanki. İşlerimizden omuzlarımız düşmüş evlerimize yollandığımızda, kurtarılmış bir hayat kadını edası ve işvesiyle karşılayacak bizi. Yemekleri bile hazırlamış olacak. Acıyla kavrulmuş aşağılanmışlık ana yemek. Gerisi özlenmişliklere açlık zaten, tatlı beklemek ne büyük aptallık!

Gece beynimizde dönüp duran vızıltısal kelime üşüşmeleri gündüz kaçışan cüceler misali. Harfleri yakalamak büyük beceri. Değil sayfalarca iç döküşler, bir kelime, bir cümle oluşturmak bile lüksün ötesinde imkansıza dayalı.

Aynaya bakmak lazım gündüzleri. Var olduğumuzu gözümüzle görmek için. Görmezsek inanmayacağız, çünkü kalp atışları bile belli belirsiz. Gündüz, bir kalp neye atar ki? Bir de... Ancak gündüz fark edilebilir fiziksel yaşımız. Gece aynaya bakışımızın sakıncalı olduğu kadar gündüz sakıncasız... Zaten gündüz her şey sakıncasız! Tüm sakıncalar gece başlar. Gece aynada görürüz içimizin çürümüşlüğünün yüzümüze nasıl yansıdığını. Gece yaşımızı bilemeyiz, gece yalnızca ‘yaşlarımızı’ görürüz. Tüm envanterini çıkarabiliriz eklenmişlerin-çıkarılmışların bizden. Biri, bizden, bizi, bir zaman önce çalmışsa, eksik kısmımızı ancak gece aynada görebiliriz. Düştüğümüz dehşeti ise ancak gündüz hafifletebilir; ne kadar hafifletebilirse…

Yani asıl uyuduğumuz anlar geceleri değil, gündüzleri! Boğazımıza kadar uyuşturucuyla doldurulmuş bebekler misali anlamsızca yapmamız gerekenleri yapıyoruz. Sırtımızda bizi kuran bir anahtar, hepimiz aynı fabrikadan çıkma ucuz bebekleriz.

Aslında gündüze dair söyleyecek pek de bir şey yok. Gündüz ruhun uyku anı çünkü. Gündüz parlak bir isteksizlik. Var olduğumuzu sandığımız yokluk anları. Göz kamaştırıcı bir karanlık. Ruhsuz yüzlere asılı anlamsız mimiklerin oynaşma saatleri. Gündüz asıl karanlık. Karanlığın rengi ne ki? Sana nasıl öğretildi? Karanlığın asıl rengi ne?

Koca Dünya

Koca dünya kadar boş şimdi her şey... Cezamızı çekip, özgür kalana dek barınmak zorunda olduğumuz bu cehennem suratlı dünyadan kurtulduğumuzu sandığımız anda bile ne derece nefes alabileceğiz kendimiz için bilmiyorum. Bu cezayı kendimizin seçtiğine inanmak, her şeyin bir amacı olduğuna inanmak kadar zor.

Şimdi sadece gün sayma zamanı. Yaşamlarımızda, yaşamamız gerekenleri yaşayıp, kurulu bir saat gibi bize verilen zamanda okumak, evlenmek ve benzeri cezai türevleri yerine getirmekle yükümlüyüz. Sorgulamak, buradaki en büyük hücre cezasını beraberinde getiriyor. Düşünmeyene dek yalnız kalmak... Her gün ekmek su yerine amacımız olduğu öğretisi veriliyor bize küçük hücre pencerelerinden. Öğretiyi beynimize sokmaz isek çeşitli sıfatlarla bizi sarmalayıp, daha da güç nefes alacak hale getiriyorlar. Beynimize giden oksijen oranı azalınca, daha aç oluyoruz ‘zorunlu hayat amacı’ öğretisine. Yıkan beynim yıkan... Ama bir an önce... Çünkü asıl düşünmek zor, kimse bilmiyor. Asıl yük bilmek neyin ne ‘olmadığını’.

Peki kim bu gardiyanlar tepemde? Her şeyin başı nerede? En yüksek makamı istiyorum karşımda. Tahliye olup, rahatça gitmek istiyorum bu dünyadan. Böylece yazmadan, yazdıklarımı okutmadan, okuyanların, paylaştıklarımın da kafasını bulandırmadan ayrılabilirim ‘olmayan görevimden’.

İçimde büyüyüp basketbol topu kadar olan ‘bilinmesi gerekenleri bilmeyen’ ve bir diğer adıyla ‘bilinmemesi gerekenleri bilen’ yumaktan nasıl kurtulurum bilmiyorum. Bedenim çürüyene dek varlığını hissettirecek kadar kuvvetli bir sıkıntı topu bu. Ahmaklık topu. Aşağlık duygusu topu. İkincil ve sosyal ihtiyaçların karşılanamamasından doğan her türlü gereksiz birikimi oluşturan yayılmadan, kendi etrafında dönerek büyüyen koca bir yumak...

Hayatla ilgili aptal yerine konmaktan, insana dair her darbeyi yemiş olmaktan ve artık ne cezayı, ne cezasızlığı, ne de özgürlüğü isteyen bir tutuklu olarak bu dünyadan tahliye edilmek istiyorum. Kimseye bildiklerimi söylemeyeceğime söz veriyorum. Bu kokuşmuş dünyanın en yetkili ismi kim?

Karartı

Düşlere bulaşmış korkularımızla karartıyoruz hayatlarımızı. Sonsuz bir kısırdöngüden kendimize uçsuz bucaksız açlıklar yaratıyoruz. Kendi açlığımızla başkalarını doyurup, içimizi öldürüyoruz. Çürütmek bizim işimizdir. Zamanı öyle sarıyoruz ki, her ‘an’ dediğimiz zaman diliminde, ölüm bile yaşımızdan geride kalıyor. Ölümden daha ölü kalıyoruz. Bakakalıyoruz kırmızılıktan kahverengiye çevirdiğimize. Beyazları siyahların yuttuğunu görüp, gözümüzü kapıyoruz. Her gözümüzü kapadığımızda birbirimizi görüyoruz; Biz birbirimizin karanlığıyız...

En mutlu şarkıların içinden hüzünleri çekip kendimize kararmış müzikler yaratıyoruz. Kendi müziğimize ağlayıp, bestekâra övgüler yağdırıyoruz. Bizi ağlattı diye... Yaşlarımızı eski ve kirli kavanozlarda biriktiriyoruz. Doldukça tükenmeyen kavanozlarda. O kavanozlar ki ellerimiz yana yana şekillendirdiğimiz. Biz acının nerede olduğunu biliyoruz. Bedenimizi de yüreğimizi de acıya kilitlemiş, eziyete haz diyoruz.

Dünyaya küfürler savuruyoruz en acıklısından. Acıklı küfür olur mu? Biz buluyoruz. Sinirli değiliz ki biz, yalnızca küskünüz, yalnızız. Biz birlikte yalnızlığımıza yalnızlık katıyoruz. Ve anlamasını beklemiyoruz kimsenin. Sadece bakıyoruz birbirimizin kuyu gözlerine, düşüyor, aydınlığı görüyor ve çıkmıyoruz.

Bu yüzden kendi yarattığımız iki kişilik mezarlarda yalnız yatıyoruz. Yan yana mezarlarda yalnız bedenlerle birbirimize sesleniyoruz çıkmaz sesimizle. Bizim yaşamımız baştan sona kabus değil mi; çıkar mı hiç bir inilti bile boğazımızdan?

Sevgilerimizi birbirimizi boğarcasına verip, yine de mutlu olamamak neden mi? Tam olarak bizden... Biz zaten bunun için varız yalnız insan! Biz ‘bir’ olabiliriz ancak, çift olamayız. O zaman ne sen kalırsın ne ben. Bizim adımız yalnızlık. Bizim besinimiz keder. Mutluluk bize ancak anne elinden verilmiş zehir olabilir. Kendine doğruyu söylesene... Mutlu olabilir misin?

Sen yalnızca sevebilirsin. Ben yalnızca sevebilirim. Bu yüzden biz çift değil de biriz. Senin acın benim boğazımı yakacak, benim acım yüreğimi eritecek. Benim acım ellerini titretecek, kendi acın göğsünü sıkıştıracak. Ölmek için sevdim ben. Ölürcesine sevdim. Okuyanı sıkacak. Biz de bununla eğlenmiyor muyuz zaten? Hüznümüzü insanların eline “bir dakika tutar mısınız” diyerek verip altında ezilmelerinden keyif alıyoruz.

Onları ezmek için sevdim ben. İçimi de... Ya da yalnızca sevdim. ‘Yalnız’ca...

Issız

Tatsız bir ıssızlık bu... Yarını olmayan dünden sezinli bugünsüzlük. Apar toparlamış ne yapacağımı bilemediğim bir bavulla çölün ortasında beni alıp götürecek tekneyi bekliyorum. Dakikasızlık, çevremde günüm kalmadığını söylüyor. Dünya kocaman bir kitap ve çevirmeyesim var sayfalarını. Kapatıp gitmek, sonunu getirmemek istiyorum.

Deli olmak kolaydı eskiden, akıllı madalyonumu etime zımbalamamışken… Çevresinden dişlerimle kazısam kaç yazar! Aradaki çizgide bile değilim. Asla kesişmeyeceğim bir daha kendimle. Kendimin gölgesi; gölgesine üstünlük taslayan doğruyum!

Çok sessiz bu gece beynimdeki cüceler. Yerlerini dilsiz devlere bıraktılar çünkü. Devlerin görevi çöreklenmek acı merkezime. Sıkıştırıp anı dağımı, kendilerinden daha sessiz bir volkanik patlama yaratmak; beni içeriden yakmak...

Tatsız gece, tatsız ıssızlık, karmakarışık yoksunluğa karışırken; olmazlardan olmaz beğeniyorum. Kendimi dünyanın kitap ayracı yapıp, kapağı kapatıyorum...

Sana


Biliyor musun, sen yansımasın aslında. Neyin veya kimin yansımasısın bilmiyorum. Banyo sonrası aynada oluşan buğunun ardındasın. Belki kapalı kalmış, belki saklanmışsın. Geçmiş yıllarımın bir çığ gibi toplanarak üzerime yığdığı ‘keşke’lerin, pişmanlıkların bir görüntüsüsün belki de…

Ben’in, benim bile buruşturup küçücük ettiğim, yok olmaya bıraktığım, saklandığım, korktuğum ben’in habercisisin. Toprakta filizlenen çiçekler; zehirli ama güzel çiçekler gibisin gönlümde, gözlerimde. Kuruttuğum pınarlarda yeşeren gözyaşısın. Gömdüm, evet gömdüm ama sen elindeki kazma kürekle deşiyorsun mezarı. Utançlarımı çıkarıyorsun. “Pişman değilim” in altındaki iniltiyi duyacaksın. Paramparça olup yine de sevgisini dağıtan kalbimin parçalarına rastlayacaksın. Gündüzler çıkacak, gözlerin kamaşacak. Ne yazık ki çabuk biter gündüzler; gün ışığı. Karanlığımla baş başa kalacaksın. Gecelerime rastlayacaksın. Saatin şaşıracak çünkü dakikalar fırlayacak mezardan. Bekleyiş, ağlayış, batış dakikaları. Yaşlanacaksın, yaşlanacak! Bakma, bakıp da anlayamazsan, özgür bıraktığın onca şey beni tekrar mahvedecek. Yaşsaydın onca derinde, boğulur muydun? Yoksa acıyla, normal dışı, suyla nefes alıp vermeyi öğrenir miydin benim gibi?

Sana dokunuyorken, bana dokunuyormuşum gibi hissetmemin sebebi ne? Bilmiyorum. Özdeşleştirmiş olmak seni kendimle, korkutuyor beni. Ya ben olursan, ya bana yaşatılmışlar sana da yaşatılırsa? Oysa gülüp geçmem lazım. Sen de farklı değilsin ki... Hele bir de ‘ben’ olmak! Taşıyamazsın. Omuzların kaldırmaz. Biliyorum, senin de gözlerinde burukluk var; ışıltısındaki kırıklığı biliyorum. Ellerinin sıcaklığını ve sarılışının sıkılığını sorguluyorum. Belki de o koskoca labirentimizdeki şaşırtmacalardan biri de bu. Sağa veya sola, öne veya arkaya ama bir şekilde sana sapmak istiyorum. Ya önüme özenle koyulmuş, ustaca hazırlanmış bir tuzaksan; belki de öyledir.

Yeni pişmanlıklara yelken açıyorum. Sonunu görmeden başlıyorum yüzmeye. Hedef sensin. Bir problem var sadece. Önüm uçsuz bucaksız. Gökyüzü, deniz ve ufuk. Zaten karadan ayağımı keseli bir daha dönmemişim geriye. Korktuğum; ya dünya tek bir kara parçasından ibaretse? Yüzüyorum...

Bir bir karşıma çıkarıyorsun her şeyi. Kahreden, deli eden de bu ya... Hayır, yok onlar, onlar geçti, her şey geçmişte kaldı! Kurcalama! Yıktığım ve yaptım zannettiğim kiliselerin aslında birer harabe olduğunu gösteriyorsun. Üstelik yürürken! Tutup kolumdan “Bak, işte bu kadar. İnşa ettiğini mi sandın, oysa sen her şeyi mahvettin” diyorsun. Yıkma, ne olur yıkma. Ben o harabelerin, yıkılmışlıkların arasında ibadet ediyordum sevgiye. Bana Tanrı’sızlığı gösterme!

Ya yağ, bulutlarımı boşuna karartma; ya aç, bana karanlığı tekrar tekrar yaşatma. Mumum bile yok artık. Beni yokuş yukarı sürme. Sürünürken koşturmaya kalkma. Bu kadarım ben, ya yetin, ya bana senden kat. Aynaya saklanma ve bana ben gibi bakma. Göz göze geldiğimde yaşlanıyorum. Saniyelerim yıllara dönüşüyor. Yaşlı ellerim, sarkmış derim ve yorgun kalbimle sarılıyorum sana. Yaşanmışlıkların kirlettiği gömleği ters giyip temiz karşılıyorum seni. Hayat bu, tek gömlek. Kalanını kirlet, kanatırsan yüreğimi, kana bula gömleği. Yeter ki sev, sev, sev...


Kaç Zamandır Ezilmiyor İçim

Kaç zamandır ezilmiyor içim. Ne oldu, ölüyor muyum diye sormaktan korkuyorum kendime. Çünkü seni sevmediğim her gün öldüğümü biliyorum. Günler acımasızca eritiyor beni. Karşı bile çıkmıyorum onlara; varlıklarından haberdarmışım gibi davranırsam var olacaklar ve suçumu yüzüme vuracaklar. “Sen onu hatırlamadığın, sevmediğin sürece yaşlanacak, yaşlanacaksın! Büyük bir zevkle bu güzelliğini elinden alacağız, günden güne yüzüne karanlık çökerteceğiz, gözlerindeki ışığı söndüreceğiz, içini öyle daraltacağız ki kendi sokaklarında bile yalpalayamayacaksın” diyecekler. Demesinler diye susuyorum, kapıyorum gözümü. Zaten gözümü açtığımda aynaları görüyorum. Günler demese de aynalar diyor. Aynalar vuruyor sensizliği yüzüme. Yüzümü yüzüme vuruyor. Yine genç olsam diyorum. Genç de olsam, seni sevmezsem yaşlıyım ben.

Yaşlılık göz kenarlarımda değil ki zaten gözlerimde. Gözlerimin ta içinde...

Senden sonra kağıtlara da boş boş bakıyorum. Yazsam kapılıp gideceğim biliyorum. Döne döne düşeceğim kendi içime. Dipsiz kuyu gibi. Aslında değil çünkü içimin de, dünyanın da dibini öylesine iyi biliyorum ki... Tekrar elimin kağıtlara değmesi demek zaten sen demek. Elime bir kör bıçak almam lazım. İçimi kazımam lazım. İlk sıyrıklarda kokunu alacağım. Duramayacağım. Kan kokusu çekecek, sen çekeceksin beni. Kan kokusunu duydukça derine ineceğim. Kemiğe dayanacak acı, o zaman seni tam olarak hatırlayacağım. Tekrar duyacağım. “Burada işte” diyeceğim “Burada işte” fakirin içine düştüğü altın dolu mağaradaki altınsın sen. Bense hem fakirim hem de çıkışı olmayan mağara. Ha almışım altını, ha almamışım. Fakir ya fakir, ya aç ölecek.

Yine de direniyorum. Hatırlamamak için. Hayır, bu sefer geçit vermeyeceğim sana. Beynimin tüm kapılarını kapattım. Seni dışarıda bıraktım. Yüreğimin dışında, evimin, komşularımın, kentin dışında. Gözlerimin, hayallerimin, gözyaşlarımın, özel günlerimin, bugünün ve gelecek günlerimin dışında. Direncimin, sevgimin, nefretimin, gün ışığımın, gecemin dışında bıraktım. Yazık ki sana kapadığım her kapı için bana da aynısından bir tane kapanıyor. Senin olmadığın her neresiyse orası benim için zaten yok. Günümde ve gecemde yoksun, günüm-gecem yok, ne nefretim kaldı ne sevgim, elimdeki sadece kupkuru, pörsümüş bir iç. Sen bende olma diye benden de vazgeçtim. Ne seni sevmeye hevesim kaldı zaten ne de beni geri almaya. Zaten çürümekte olan kimin işine yarar ki? Ben, ben olmayan beni ne yapayım?

O zaman neden mi yaşıyorum hala? Yaşamıyorum ki! Sadece zaman dolduruyorum. Dahası sadece bekliyorum. Beklemekten yorulduğum kadar hiçbir şeyden yorulmadım inan. Çabalamak, hayal hedefler koymak ve debelenmek veya direnmek bile beklemek kadar yormadı beni. Zaman dolduruyorum, bekliyorum. Sadece artık bunu daha sessiz yapıyorum. Daha güleç bekliyorum. Ev sahibini sev ki sevsin seni, korkarsan, bir misafir olarak ne kadar iyi karşılanabilirsin ki? Bu yüzden korkmuyorum artık gitmekten. Kimsenin canını da sıkmıyorum artık gideceğim diye. Acelem yok, biletimin tarihini bile değiştiremeyecek kadar yorgunum.

Artık tuzsuz denizim, karsız dağ, balıksız akvaryum, gri portakal... Kendimi bile cezbetmiyorum. Cezbetmek de istemiyorum. Kızgınım diye haykırmak geliyor içimden, içim yorulmuş, isteyemiyor. Sesim zaten eskiden de çıkmazdı, boğulurdum sesimin gelgitlerinde. Ayrıca neyi haykıracağım ki? Olmayan bir şeyin yıkıntısı mı olurmuş! Bana küstahça aşkı soruyorlar bazıları. Sanki yüzlerinde alaycı bir gülümseme var. Sanki onları birileri göndermiş, “ez onun içini” diyor, “iyice ez ki ayağının altında, kor olan kısmı varsa o da küle dönsün”. Zaten küllerden ibaretim. Ezdiklerini zannettikleri kor, sadece acıyan küllerim.

İşte böyle geçiyor günlerim bu ara. Sen doldurmadan içimi yarı şişirilmiş bir balon gibi anlamsızca sürünüyorum kaldırımlarda. Ara sıra bir çocuk gelip oynuyor benimle... Sonra sıkılıp gidiyor. Avuntularla bile dolduramadığım sevgi anılığında bakıyorum olanlara anlamsızca. Kendimi bile dışarıdan izliyorum. Bekleyen birini görüyorum Artık istese bile hiçbir şeyi iple çekemeyen biri. Vakit... Geçmiyor. Güleç karşılamak lazım ev sahibim ölümü; hazırlıklar tamam beklemek lazım. Hazırlanacak birşey kaldıysa.... Bu aralar ezilmiyor ki içim; yoksa elbet tadımlık birşeyler de ikram ederdik acıya...

Doktor

Beni kurtarma doktor! Kurtaracağın bir şey yok çünkü. Göğsüme saplanmış kazıkları çıkarmama yardımcı ol yeter. Benim kuvvetim yetmiyor. Bir ayağını sağlam bir yere daya ve çek elinden geldiğince kazıkları. İnsanlar beni vampir zannediyor ve öldürmek için kazık saplıyorlar boyuna... Oysa sevmemeleri yeterli, bunu bilmiyorlar. Bilmedikleri gibi, sevmiyorlar da zaten. Ölüyüm, öldürmeye çalışıyorlar. Yorgun onlar da aslında. Öldürdükçe ölüyorum ama onlar devam ediyorlar.

Senden az şey mi bekliyorum yoksa çok şey mi bilmiyorum. Sevgisizlikten bunalıp boğuk çığlıklar atarken asıl kendi sevgisizliğime gömülüyorum. Sesimi bir ben duyuyorum bomboşlukla dolu bir boşlukta... Neden sevmiyorum, neden sevilmiyorum diye düşünmekten de bitap vaziyetteyim. Sadece yüz kat yorgan altında derin, alabildiğine derin ve sonsuz bir uykunun beni düzelteceğini biliyorum. Kurtulmanın tek yolunun bu olduğunu da. Sonsuza dek uyumak istiyorum; -eğer varsa- ahirette bile uyandırmasınlar beni. Doğmuş olmayı istemediğim gibi ölümü de, ondan sonrasını da istemiyorum. Her yaşam ve ölüm anını reddediyorum; reddetme seçeneğim varmış gibi...

Pollyanna’larımı aldırdım. Gittim kürtaj yaptırdım. Takılmış plak gibi şükretmemi söyleyen, bir elinde pembe gözlük, diğerinde gözümü bağlayacağı bir paçavra ile içimden bana bakan ve gülümsemesi suratına yapışmış Pollyanna’larımı aldırttım. Narkoz bile verdirtmedim doktoruma. Çıkıp gittiğinden emin olmak için. Pollyannacılık gidecekse neden acı çekmeyi uzaklaştırayım ki kendimden?

İşte böyle veriyorum kendimi sana doktor. Al istediğin gibi yoğur beni ama bana dünyanın güzel, insanların iyi olduğunu söyleme sakın! Bu yalanlarla uzunca bir süre geçirdim ben hali hazırda. Beni gülümser maskeli insanlara inanır duruma getirme. Sadece kazıklarımı çıkar. Çok da toplama yerden beni, bırak eksik parçalarım kalsın. Onları doldurmak için yazıyorum ben. Ancak öyle yazıyorum. Tam olursam yazamam ki!

Bana maske takma. Sen yapmazsın biliyorum, bana taktırırsın o maskeyi. Yalnız unutma. Benim hüznüm gülümser maskemin altından görünecek kadar büyüktür. Yani pek işe yaramaz. Sen en iyisi özümü yoğur...

Yalnızlığını paylaş da deme lütfen. Kim kendi yalnızlığını gerçekten anlatabilmiş? İnsanın şahsına aittir yalnızlığı, mülke tecavüze girer, sorma yalnızlığımı, dokunma. Yapabilirsen sıkıştır ama içine girme. Sıkıştır çünkü bedenimde yalnızlıktan ve acıdan, başka hiçbir şeye yer kalmadı. Başka pislikler için yer aç.

Sen en iyisi iyileştirme beni, öldür. Gerçekten. Yapabiliyorsan böylesi en güzeli. Yeter ki kimse fark etmesin öldüğümü. Zaten ancak üç-beş kişi var anlayacak, sessiz, usulca götür ki beni, kimse anlamasın. Uzağa gittim, iyiyim diye düşünsünler, “o bir yerde yine rahatsızlık yaratıyordur yine” desinler, gerisini düşünmesinler. Yapabilirsen bunu yap. İstediğim en imkansız şeyi de sen bulup çıkar aradan. Hangisini yapmak zor? Elbet biri daha kolaydır senden istediklerimin. Bu arada sen de düşün.

Daha yakından tanımak istiyorsan beni, gez benimle bir süre. Anlamsızlığımı takip et...

Keşke görünmez olsan ve elindeki kağıt kalemle ardımdan gelsen. Ne kadar dolarsam o kadar boşaldığımı anlasan... Söylediklerimin kuruntu değil, etten kemikten acılar olduğunu görsen. Kendime acımıyorum, devam ediyorsa gün, benim de yürümem gerektiğini bilecek kadar kabullendim bir yaşamın var olduğunu. Asıl küfür belki de beni bana sormadan doğurana...

Özgür irade mi? Neye karşı? Gitmeme bile izin verilmiyor! Despot bir dünya bu, adil olmayan bir dünya! Ben kokmadan bulaşmadan, yalnızca yüreğimde yaşanmışlığımın bavuluyla gitmek istiyorum, o kadar. O zaman sana da çözecek bir şey kalmayacak doktor; düğüm benim!

Sen şimdilik kazıkları çıkar yeter. Can acım biraz azalsın, toparlarım ben. İşten-güçten yara bandı yapar, delikleri kaparım. Sen şimdilik kazıkları çıkar. Elinde yara varsa dikkat et yalnızca; yalnızlığım bulaşıcıdır...

BEN -HER ZAMANKİ-

Toraman çocuk... Kadın gibi Türk kadını, yeni neslin şişman saçması... Her şeyi içinde taşıyan boşluğun tarifi kelimesiz masal; masalsız büyümüş bir ocuğun yumuşacıklığından yoksun, aklında hiç de masum düşünceler bulundurmayan ben...

‘Ben’den başka bir şey yazmaktan aciz, aşkla ölüm arasında tıkanmış kalmış, kelimeleri parmaklarla sınırlı, parmakları hayatına girenleri saymakla yükümlü, amme hizmeti yapmaktan namusu pörsümüş, hayallerini yersizliğinden sıkılıp ucuz bir prodüksiyon şirketiyle anlaşmış, umutlarını cibiliyetsiz adamların eline vermiş, ‘öz hayal’siz kalmış ben...

Bakarsan herkesten zeki, bakmazsan topundan aptal, az alkolle kıvama gelen, çoğuyla zıvanadan çıkan, hepsini hatırlayıp da hatırlamazdan gelen; yaptığını yapandan çok bilip de bilenden çok inkar eden ben...

Beyaz klavyelere tutkun; aynı klavyeyle çirkin şeyler yazmaya meyilli, güveni yüzünden paranoyak, paranoyası yüzünden aç, yalnızdan bir gömlek daha yalnız; aynada çiftleşen ben... Aşksız aşklarından ilhamını alıp harfleriyle kuruluğunu katık eden, ölmeyi bile beceremezken kaçırdığı hiçbir şeye üzülmeyen ben...

Devrimden kaçan, devrine sıkı sıkı yapışkan, on sekiz yaşına sıkışmış kalmış, ilerlemeye tonlarcasına korkuyla bakan, danstan nefret eden vals tutkunu, enstrüman çalmaktan sıkılmış müzik dehası, müziğe yetişememiş, hayata hep uyuyakalan ben...

Ben demekten ölesiye sıkılmışlığıyla ‘ben’likten başka bir şey bilmediği için yalnızca kendi çevresinde dolanan, dönmekten başı dönen, yine de doğru gitmeye çalışan, çalıştıkça batan -kendisi dahil herkese batan- battıkça batak olan, çamur deryasına yer çekimi ekleyen ben...

Uyumlu, vicdan sahibi, bencilliğin son noktasında bir bukalemun edasıyla yine de şirin görünme sevdasında, rulet masasında hep kaybeden, ‘onun bunun’ malı olanlara dokunmanın azabıyla zevkten çıldıran, sonra kendi vicdanına yenilen kahramanların yüzkarası yenilmez vicdansız ben...

Geceleri bir yudum gündüze, gündüz çok yudum başkalarına bağımlı, acıya tiryaki, bırakmaya niyeti olmayan, parmakları diğer görevini bıraktıkça birkaç çizik atmaya elverişli hale gelen, kendi halinden şikayetçi ben...

Sonlardan aldığı hazzı ölesiye acıya çeviren, sona bir türlü son yazamayan, başladığı işi layıkıyla teslim edip de içinde bitiremeyen, kendi satırlarını bile sonuna dek okuyamayan ben...

VARDİYA

Hayallerim, rüyalarım kadar bile gerçek değil. Kimsesizlik çölünde umut şelaleleri benim sanrılarım. “Olmaz ki bu kadar” taşlarıyla döşeli; düşüp yüreğimi kırdığım kaldırımlar. Kendimi sarıp sarmaladığım örtüler delik deşik, korkular sızıyor acımasız rüzgarlarla içime... Gözlerimde Muson yağmurları olmalıydı, tüm bu yaşanmayanlar gerçek olsaydı.

Dönüp dolanıp düşüyorum. Düşmeyi sonlandıramayarak... Yaşamımın özeti olacak bu düşüş, düşmeyi bitirebilirsem. Geçen her gün, kuyunun yukarısında kalan taşlara sürtünmüş bir iz gibi. Sadece tutunmaya çalıştığım yerlerde kan ve tırnak parçaları var. Nasıl derler ki “Rahat bırak beni” diye? Ben tutunmaya çalışıyorum. Ben kalmaya çalışıyorum; var olmaya...

Dönüyorum sanal monologlarıma gerisin geriye. Düşerken az dönmeye çalışıyorum; gözümü kuyunun gittikçe daha az görünen ışığından çekiyorum. Gerçeklik sandığım anlardan, rüyalarıma uyanıyorum yeniden. Kendimde yankılanmaya devam ediyorum. Acımı, yer kalmamış mezarlıklarda gömmek için bir alan arıyorum. “Gömdüğümde bitecek, gömdüğümde bitecek!” diyorum...

UYKU ÖNCESİ

Güzel kalemleri çizgisiz sayfalarla buluşturmak için ne kadar eşsiz bir sabaha karşı! Etmek istediğim tüm teklifleri içimde defalarca tekrarlamaktan dengesi bozulmuş doğamı, uyuyacağım birkaç saat içinde normale çevirmeye çalışacağım birazdan.

Ciğerlerim kadar havasız; anılarımı üzerine kıyafetler atarak saklamaya çalıştığım yatak odam, beni sırtımdan itiyor yeni bir hayata başlayayım diye. Üzerine vazife olmadan kalkıştığı şey kendi sonu olacak; bilmiyor.

Pollyanna kıyafetlerimi yeni çıkardım, şimdi üzerime ağırlık çöküyor. Komidinin üzerine koydum gülümsememi. Çıplağım şimdi. Yalnızca gözlerim kapalı. Üzerime, umut örtüsünü çekmeye çalışıyorum. Yatağımın, benim olmayan kısmına sıkışmış. Çekiyorum çekiyorum, gelmiyor. Ancak ayaklarımı örtüyor, yüreğim hala açıkta.

Başucumdaki hayaletlere arkamı döndüm. Sadece sessiz çığlıklarını duyuyorum. Açılmış kocaman ağızları ıssızlık yaymaktan başka bir işe yaramıyor bu gece.

‘Kara’ kalemimi yerine koymamın vakti geldi. Gözlerimi açıp, uykuya dalmamın...

ASIL SEVDA

Ucuz sevdalarla dağladım yüreğimi, acına değer biçebileyim diye. Her yanık üst üste, daha derine indi ise de bedenimde; sana ulaşamadı. İşte öyle derinde sakladım seni. Kimse soramasın, sorduğunda bulamasın diye. Öyle bilinmeze koydum ki içimde seni, ben bile sorar oldum o sığ soruları.

Sen akışına bıraktığın hayatının kıyılarında, ayağının ucuyla suları sağa sola sıçratıp, yaptığının 'birşeyler' olduğunu zannederken, ben boranlarla dolu denizlerde sesimi, imdat çığlıklarımı, dalgalarla yarıştırıyordum.

Sessizliğimden sağır, kimsesizliğimden kör olduğum o vakitlerde hala bir ışık zannedip düşünü, kendi kabuslarımda yuvarlanıyordum herkesin önünde rezil olurcasına. Gülüşmelere aldırmadı dersem yalan olur gözyaşlarım. Savaşımın en titrek anlarında bile kalın çıktı sesim sen duymasan, insanlar aldırmasa da... Havada savurmaktan ellerimi yara yapmış kılıcıma dayandım da ayağa kalktım ben. Yine salladım yorgunluktan bayılana dek. Sadece bayıldığımda uzaklaştım savaşımdan. O ucuz sevdaların sıkıştıkları yer de işte tam o aralara denk geliyor.

Sense küçük ama altınla sıvanmış çamurla uğraşıyordun o aralar (hala uğraştığın gibi)... Binbir yerden çiçek toplayıp, çiçekten yatakta yatıyordun. Mis kokulu düşlerle kendinden geçiyordun. Sevgisizliğin ve sorumsuzluğun sefahati büyüktür. Bu devasa rahatlığın içinde dokuz kat yatağın altındaki bir bezelye tanesiydim senin için. Özün gerçekten asilse fark edebileceğin ve rahatsız olacağın bir bezelye tanesi... Sence fark ettin mi?

Ben kağıtlarda sonlandırmadım yazılarımı; sonlanmasın diye hiçbir ömür. Yine de yitmesin diye karaladım bir yerlerde binlerce yürekçesine sevgimi. Döküldüm, süründüm, dokundum satırlara, satırlar eskidi, kağıtlar yıprandı; ben onlardan önce... Kağıtlar tekrar doğaya döndüğünde bile ben direniyordum.

Bu kocaman aşka, dağlarca inancıma bir ben güldüm bir sen. Bir dinin tek tanrısı ile tek inananı idik çünkü. Belki de yalnızca sen güldün...

Aşkı büyük anlattım ben... Senin henüz buruş buruş çarşaflar sonrası ağzından dökülen iki cümle gibi değil... Öyle bahsettim ki yüreğimden, üzüntüm dokunulur oldu. Kimse dokunmasa da bir portmantoda asılı ama var oldu...

Ve bazen sonuna eklenmesin diye bir şey, karanlık bir tavana yerleştirilmiş yıldızlardan daha gerçek olup da ölmesin diye, ucunu açık bıraktım... Sen orada kal, ben üç noktalarda diye... Sen asaletinde; ben bezelyede...

105.8 MB’LIK AŞKLAR

Yazdım bitti... Adını ‘Bir CD’lik aşklar’ koymayı düşündüğüm bir yazının içini dolduracak kadar bile yer tutmadı yaşaması aylar alan aşk... Sanal dünyanın tüm günah ve zevk kokan meyveleri kadar ağız sulandıran, gerçek olamayacak kadar güzel olması biraz da sanallığından kaynaklanan yaşanmışlıklar bütününe aşk demeye; var olan bir dünya içinde bile varlığı tartışılır bir kavramken, var olmayan bir dünyada adlandırmaya çalışıyorum.

Rüyalar bile zihnimizin döngülerinde, bilinçaltından doğarken, ‘data hayaller’ görüyoruz demek ki artık... Bağlantı hızımızla eşdeğer; yaşananları tüketme hızımız. Birbirimize dijital iltifatlar ediyoruz. ‘Smiley’lerle içimizi ısıtıyor, maillerle huzur yolluyoruz. Bir yanımız alışmaya çalışırken, bir yanımız geleneksel tatları arıyor.

En ateşli tartışmalar, klavyeyi döven parmaklardan, uzun paragraflardan anlaşılıyor. Seslerin yükselmediği, gerektiğinde yumrukların vurulmadığı, ‘elektrik yüklü’ sanal kavgalara tutuşuyoruz. Haydan gelen huya gider... Sanal gelir, sanal gider. Yaşananları kağıda dökmek bile zor geliyor. Sistemler geliştikçe belki ileride açamayacağımız dosya formatlarını bir klasöre koyuyor, sonra CD’ye yazıyoruz; CD dolmuyor...

Özlemimiz, heyecanımız, anılarımız, yaşanmışlıklarımız, gözyaşlarımız, sohbetlerimiz, aylarımız, acımız, en önemlisi aşkımız, dolmayan bir CD’ye yazılıp arşivleniyorsa, Tanrı aşkına biz ne yaşıyoruz?

ÇAY

Bir çiçekçi çocukla ortaya çıktı her şey apaçık! Güneşin en parlak anı, kapkara bulutlara dönüştü gözlerinde.

Öylece oturuyorlardı orada. Belirsiz bir sessizlik, belirgin bir mutlulukla... Küçük çocuk sezmiş olacak aradaki elektriği (ya da kadın öyle umuyordu). İşin aslı çocuğun sadece onları gördüğü ve çiçek satmak için geldiğiydi... Sadece bir kadınla bir erkek oturuyordu ve çocuğa göre onlar sevgiliydi. Ya da karı-koca... Çiftlerdi yani eninde sonunda. Öyleler miydi?

“Abi karına bir çiçek alsana” dedi ilk önce. Gayrı ihtiyari cevap verdi adam. “Karım değil o”. “Sevgiline al o zaman” dedi çocuk. “Sevgilim de değil” dedi adam... Çocuk “Olsun, yine de güzel bayana bir çiçek...” dedikçe elindeki bir demet bıçak ile nereleri deştiğini bilmiyordu. Her ısrar, bir ayna daha tutuyordu ortama, gerçeğe. O güneşli hava o kadar yansıdı ki aynalardan birbirine, aynalar kırıldı, gün ışığı sönüverdi birden. Çocuk bir süre sonra püskürtülmüştü. Kadının belirgin mutluluğuysa sönmüş...

Kırgınlığını, sönmüşlüğünü, kurumuşluğunu, solmuşluğunu belli etmemek için ölesiye savaşması gerekiyordu. Fakat değil ölesiye savaşmak, hayatın küçük bir anıyla tartışacak bile gücü kalmamıştı. Sadece sustu. On senelik, yirmi senelik sustu sanki o birkaç dakikada.

Sevgilisinden daha sevgilisi anladı hemen halini. Hiçinden daha hiçi ayrıca... Onun her yerini kaplayan ‘hiç kimsesi’... Adını kullanılmış-kullanılmamış tüm aşk kelimeleriyle koyabileceği ama çift veya sevgili olmakla ilgili bir kelime bile ekleyemeyeceği kişi... Hem her şeyini paylaştığı, hem her şeyini sakladığı... Birbirleri için hem giz, hem çözüm... Her ne iseler, o çocuğun söylediklerinden biri olmadıkları kesindi.

Bunca yakınken, anlamıyordu işte olanları. Ya da o kadar katı ki kalıpları, duvarlarını aşmak onları yeniden oluşturmaktan daha zor. Yeniden oluşturmak ise imkansız...

Adam sadece anladı... Yapabileceği bir şey zaten yok ki! Zamanı geriye alıp, yaşanmışları, sevilmişleri geri döndürmesi, yok etmesi gerek. Adam yaşadıklarını da, sevmişliğinden de hoşnut, neden vazgeçsin ki? Bir kadının abuk subuk gelincik kırgınlıkları yok olsun diye dünyayı tersine mi çevirecek? O yüzden sadece anladı. Kadınsa gülümsedi olanca yalanıyla. Ağlamakla gülümsemeyi aynı düzleme oturtup birini dışarı verdi, birini içeri. Boğazından başlayarak çekildi içi. Sevgisi, aşkı taşıyamayacağı kadar ağırlaştı, ağırlaştı içinde. Midesinde takıldı kaldı sonunda. Gülle gibi kaldı. Şiştikçe şişti içeride, nefes alamaz oldu.

Yapılacak, söylenecek hiçbir şey yoktu ortada, onlar da yapmadılar. Ölüm sessizliği ile kapandı konu. Elini tuttu sıcacık. İçine aktı. Ilık ılık doldu içine. Kadın da onun sevgisinin koynuna doldu. Buna isim vermeye gerek yok sevgiden başka dedi kadın ve sustu. Hissedip yaşamak için susmaktan başka çaresi olmadığını bilerek. Sadece devam ettim yeri - göğü doldurur sevmeye. Çiçekçi çocuğu da unuttu unutabildiğince…

ARA

Ortası kırmızıya boyalı pencereden dar sokağa bakarken anlamsızca dolanıverdi düşünceleri. Günün o saatindeki güneş parıltıları söndü, her yer grileşti...

Zaten kasvetli gelen yerde tüm renkler birbirine karıştı. Ortaya gri-kahverengi arası bir ton çıktı. O eski fotoğraflarda bilemediğimiz biçimde rahatsız eden renk... Yaşanmış, donuk, soğuk...

O 'an', portmantoda asılı pis bir palto gibi geldi. Sanki zamanı asılı olduğu yerden alırsa, eline pislik bulaşacakmış gibi...

O 'an', asılı olduğu yerde kaldığı sürece büyük, kirli, yuvarlak saat çalışmıyordu. O eski, akrebi-yelkovanı işlemeli saatlerdendi 'an'ın saati. Her geçmeyen saniyede, içinde yılların biriktirdiği tortu artıyordu. İşlemedikçe eskiyordu saat. Kabus gibi kararıyordu içi. Kum saatiymişçesine doluyor, doluyordu karanlık içine…

Bakakalıyordu bakamadığı yerlere. Bakışının açısı değişsin diye kafasını çeviriyordu bakışının. Düşünceleri saatte kalıyordu; pisliklerinde. Zaman içini tıkıyordu git gide. Nefes... Nefes alamıyordu!

Hava da asılıydı havada. İşaret parmağını havaya kaldırıp dokundu; jöle gibi kımıldandı hava... Başını öne doğru uzatıp, jöleden bir derin nefes çekti içine. Ciğerleri yapış yapış oldu.

Yüzüne dışarının gölgesi vurdu ortası kırmızıya boyalı pencereden. Rengi kırmızı oldu utandığı zamanlardaki gibi. Gri-kahverenginin içinde o renklendi kırmızıya doğru. Herkes ona baktı, kızarmaya devam etti dur-durak bilmeden.

Ona bakanların şaşkın havası da yoktu. Korku filmlerindeki gibi ağır çekimde dönüyorlardı ona doğru. Sadece kafalarıyla, ifadesiz... Öyle bakıyorlardı ki, oraya ait olmadığını hissetti. Kalkmak istedi -aslında içinin rengini taşıyan- o yerden. Hiç sevmemesine rağmen, yeşile özlem duydu. Yeter ki buradan kurtulsundu.

Ama anılarından çivilenmişti oraya. Anıları eskimemiş olmasına rağmen zamanı orada bir yerde kaybetmişti, biliyordu, anıları oradaydı.

İki eli de masaya çiviliydi. Ellerindeki kan içeri doğru akıyordu; masadaki tüm kanı çekiyordu damarlarına... Oranın kokuşmuşluğunun bulaştığı kan iyice doldu içine. Kalbi çürümüşlüğü pompalayıp daha da çürüttü bedenini...

Artık anısı kalmamıştı masanın üzerinde. Anı oldu o an orada... Yine de bekledi hiç gelmeyeceğini bildiği birini, bir şeyi... Kalkamıyordu ki o lanet masadan!

Garsona işaret etti...

- Sizin... Menünüzde keyif vardı.

- Artık çıkarmıyoruz.

- Peki mutluluk soslu bir şeyiniz var mı?

- Onu da menüden kaldıralı çok oluyor.

- Peki bayat da olsa aşk var mı?

- Siz yanlış yere geldiniz galiba…

Dedi ve dudak büktü onu küçük görürcesine. Menüyü uzattı önüne.

- İşte...

- O zaman hezimet alayım, yanında da biraz pişmanlık.

- Pişmanlık bugün tükendi, yerine yalnızlık vereyim, burada en fazla tutulan ikinci yemek bu.

- Olur...

Garson yüzünde acıma hissine dair hiçbir ifade olmadan koydu önüne yemeği. O yalnızca yedi yalnızlığı. Son lokmayı da ağzına attığında, yıllardır aynı yemeği yiyiyor olmanın verdiği mide bulantısı dalga dalga ağzına ulaştı. Masadan kalkamadan tüm yediklerini çıkardı yediğinin üç katı hızla. Kustukları diğer müşterilerin üzerine bulaştı. Artık yalnız müşterilerdi onlar...

Hoşnut kalmış mıydı yemekten? Bilmiyordu ama tam annesinin yemekleri gibiydi. Buraya bundan böyle hep gelecekti... Bu bir türlü kalkamadığı lanet olası masaya bile katlanacaktı. Aynı yaşamı gibi. Yaşamının aynası gibi...

Umarım Siz Dememden Rahatsız Oluyorsunuzdur

Maalesef, size verecek aşkım yok benim. ‘Sana’ diye hitap etmek isterdim ancak elimden gelmiyor samimiyet... Doğruyu telaffuz etmektense ipin üzerinde beceriksiz yürüyüşümle gidip gelmek, kaçmak; daha keyifli. Var olmanın, farklı cinsiyetler taşımamızın, her birimizin her birimizden bunca farkı varken bunca aynı olmamızın gereği bu. Kafesinize, parmaklıksız da olsa girmeyeceğim. Elbette, şeffaf kapıyı açıp davet etmemiş olsanız girerdim.

Seviyorum Tanrı’nız olmayı ancak sevmiyorum beni tanrılaştırmanızı. Umarım siz dememden rahatsız oluyorsunuzdur. Çünkü seviyorum rahatsız olmanızı. Yüzünüzdeki ‘sabah aydınlığını’ siz uzun süredir görmemişseniz de, ben onu hep yaşatıyorum. Ve seviyorum o aydınlıkları bir daha aydınlanmayacak alacakaranlığa çevirmeyi...

Melankolinin doz aşımıyım ben. Sık görülen yan etkiyim. Yeşil reçeteyle verilirim. Seviyorsanız kendinizi, lütfen beni bir daha denemeyin.

Yazık ki, size verecek aşkım yok benim. Yaşanmışlıklar var olmadan da böyleydim ben; insanoğlu kanunlarına bağımlı. Lütfen umutlarınızı çekin ayaklarımın altından. Kendinize yeni bir meşgale bulun, yazın mesela, okumamı bekleyin ama beni beklemeyin...

Siz diyorum hala, umarım siz dememden rahatsız oluyorsunuzdur. Ancak hala yeterince kibarım da ben...

Sinyalleri Okumak

Hiçbir kadın, ‘gidiyorum alarmı’nı çalmadan gitmez. Erkeklerin aksine kadınlar, birçok kez ilişkilerini kurtarmak/düzeltmek adına çeşitli alfabelerle, çeşitli sesler ve işaretlerle “hey, toparla kendini, geriye döndürelim bu süreci” der. Erkekler her ne kadar bu sinyallerin kendilerinin anlamadığı bir dilden olduğunu ifade edecek olsa da, en azından hayatından bir ebeveyn, arkadaş veya tanıdık geçmiş normal zeka ortalamasındaki herkes, bu sinyallere anlam verebilir, vermek isterse…

İlişkinin bu bakım gerektiren döneminde her iki taraf da stepne kullanmaya yatkın olabilir. Ancak çoğunlukla kadınlar stepneyi gördükleri anda lastiği değiştirirken, erkekler, ellerindeki stepnenin sağlam olduğundan emin olup, bir sonrakini de garantiledikten sonra lastik değiştirirler. Ya da eldeki iki stepne ve biri patlak dört lastikle yollarına devam ederler. Bu ‘ya da’, kadınlar için yalnızca üç tekerlek üzerinde giden bir araç halini de alabilir. Anneleri tarafından bakıma muhtaç (!) yetiştirilen erkeklerin popolarının keyfini neden daha fazla düşündüğü daha uzunca tartışılabilir.

Yapı itibarıyla kadınlar, öyle bir gecede ‘gidiyorum’ kararını vermez, verilmesini de istemez haliyle. Kendisinin bir açıklaması vardır zaten, benzer durumda da bir açıklama yapılması ihtiyacı ile donatılmış durumdadır. En ketum kadınlar bile, eksikliklerini, ihtiyaçlarını geveze bir erkekten daha rahat ifade eder. Bunun, erkeklerin ısrarla istedikleri düz söylemler olması şart değildir. Erkekler kafalarını biraz daha az yorup anlasın diye hiçbir kadın ifade şeklini de değiştirmek durumunda değildir, çünkü gayet açıktır durum.

Burada erkekleri yanıltacak bir tek durum vardır. O da aslında gitmeye hazır olmayan bir kadının çaldığı yanlış ‘gidiyorum alarmı’dır. Bunu, aşkı hala taze olup da ilişkiden gerekli verimi elde edememiş, gidebileceğini sanan kadınlar çalar. Bu yanlış alarma erkekler pek çabuk alışır, hatta her çalınan yanlış alarm, erkeklerin kendilerini benzersiz ve vazgeçilmez sanmasına yarar. Ancak bir gün koyunların tamamı elinden gittiğinde apışıp kalabilir. Aynı şekilde yanlış alarmı kabul gören kadın da, hayatının ciddi bir kısmını salaklığına yanarak geçirebilir.

Velhasıl, yeterince beslenmemiş, özen gösterilmemiş, kurumuş bir ilişkide kadın kendinden kalanları kurtarmak için bavulunu topladığında, erkeklerin en azından bir sonraki ilişkilerinde şunu öğrenmelerini tavsiye ederim: Sinyalleri okumalarını...

Annem Bana Dedi ki

Annem bana dedi ki

“Başlama yeniden!
Bozuk sütü yeniden dolaba koymaktır bitmiş bir ilişkiye yeniden başlamak…”

Neden onların dediği oluyor hep anne dedim;
“Kendin kazanınca verebilirsin kendi kararlarını” dedi…

Çokça doldurduğumda aşkları hayatıma, “dur” dedi.
“Ne kadar çok tanırsan, o kadar hepsini ararsın bir sonrakinde. Kötüler hatırlanmaz hiç, hep olumluları toplar çarparsın; giderek olmayan birine dönüşür aradığın…”

O da terk edildi. “Göğsümde kocaman bir adam oturuyor” dedi. Ne güzel tarif etti!

Annem annesinden bahsetti;
“Cahil ama güçlü bir annenin sürekli ve karşılıksız sevgisi, kültürlü ama güçsüz bir anneden çok daha öte olabilir” dedi. Bir bunu hiç test edemedim…

“Kalsaydım ben elden gidecektim” dedi. Ben bilmem, ben çocuktum, çok çocuk, hala içimde o çocuk. Kalsaydı ben büyüyecektim.

Evde Erkek Bakımı

Evde bir erkek barındırmaya niyetlenenler önce bu yazıyı okusunlar.

Öncelikle kendinize en uygun türün hangisi olduğuna karar vermenizi öneririm. Neden istediğiniz çok önemli. İhtiyaçlarınızı belirlediğinizde, fayda eğrisi de yukarıya doğru seyredecektir. Kendinize göre bir tür seçmez iseniz, hem siz mutsuz olacak, hem de onu mutsuz edeceksinizdir.

Yaygın olan türleri aşağıda bulabilirsiniz:

Home Sweet Home’cular

Bu tarz erkekler, işine gücüne baksın, sonra da dönsün evinde yatsın ister. Evde yemek yemekten hoşlanırlar. Genelde keyiflerine düşkünlerdir, sizin için zahmetli olabilirler. Bulundukları alanı, hareket etmeden talan etme gibi bir yetileri vardır. Ancak oraya buraya kaçmasın dizimin dibinde otursun diyorsanız bu tür, en elde durur olanlardandır. Bu ara sıra dışarı kaçmasına engel değildir ancak iyi yetiştirilmiş ise bunu en azından size fark ettirmeden yapar.

Ara sıra dışarıya çıkarlar. Genelde iyi yerlere gitmeyi tercih ederler. Nasıl olsa kırk yılın başı çıkıyorlardır!

Çok enerjiniz yok ise birebirdir. İleride birlikte göbeklenmeyi düşünebileceğiniz bu tür genelde et ve türevleri gıdalardan haz edip, ara sıra mangal da yapma potansiyeline sahiptir.

Sevişmelerine gelince. Sıklığı azalsa da periyodik olma özelliği taşıyan bir seks hayatı vaat ederler. Asla bir seks tanrısına dönüşeceğini ummayın, hayal kırıklığı yaşarsınız.

Spesifik örnek olarak boğa burçları verilebilir. En yakın muadili kedilerdir.

Eski Tip Frigidaire Buzdolabı Erkekleri

Zamane tabiri ile ‘cool’ görüp de beğendiğiniz, erkek tipidir. Evde de bu edasını bozmaz. Pek bir işe yaramaz. Genelde sizin yaptığınız işe kusur bulmakla başlar günü. Ancak bunu aynı ‘cool’ tavırla söylediği için kavgaya mahal vermez. Hareketli bir yaşama uygun olabilirler. Dışarıya çıkıldığında çoğunlukla mızıldanma huyları yoktur. Genelde evin içindeyken sizin içinizi kemirmekle uğraşırlar.

Vücutlarına ve kişisel bakımlarına çok özen gösterirler. Kendilerine ayıracak vakitlerinin olmasından hoşlanırlar. Bu esnada rahatsız edilmekten hoşlanmazlar. Hoş, hayatlarının hiçbir kısmına edilen müdahaleden hoşlanmazlar. Siz onu, sizi temsilen edindiyseniz, bunun kısa zamanda tersine döneceğine de tanık olacaksınızdır.

Spesifik örnek olarak kova ve başak burçları verilebilir. En yakın muadili iguanalardır.

Babaç Doğalılar

Bu tarz erkekler, babasını arayan kadınların bir numaralı tercihi olup, genelde kendilerine uygun kadınları bulamayanlardır. Seksüel olarak istense bile çok fazla arzulanamayan bu erkekler, özellikle siz hasta iken işe yararlar; çok iyi hasta bakarlar, sırtınıza tülbent koyar, ilaç zamanlarınızı kaçırmazlar. Yemek hazırlamanıza ortak olmasını isterseniz daha iyisini bulamazsınız!

Genelde en güzel yerleri koyunlarıdır. Başınızı koynuna dilediğiniz kadar gömebilirsiniz. Babacan oldukları için ‘sıkılır da gider’ diye bir derdiniz olmaz, neredeyse kan bağı gibi bir bağ yaratırlar çünkü. ‘Yavrucan’ tavırlı kadınlar için birebirlerdir. Memur olmaları muhtemeldir. Sizden evvel bir kız çocukları olmuş olması pek muhtemel olduğu gibi, yanında da getirmesi büyük olasılıktır.

Örnek olarak herhangi bir burç verilmez, adamı şaşırtacak burçlardan çıkabilirler. Muadili babalardır.

Oku Yayı Şaşırmışlar

Bu cins erkekler, genelde sokaktan bulup getirilmişlerdir. Yine sokağa bırakılacak; dahası kaçacak olmaları muhtemeldir. Eğer yaşantınız evinizden ibaret ise, oku yayı şaşırmışlarla evin dışında oynamanızı tavsiye ederim. Oyun delisi bu grup, dünya görüşünü de hoplamak, zıplamak, atlamak, gezmek ve asla bağlanmamak üzere kurmuştur. Baştaki tadından yenmezlikleri, çok kısa bir süre sonra ağızda acı bir tat bırakan bir hal alır.

Sevimliliğin, cana yakınlığın, hareketliliğin bir anda garip bir duygusuzluğa ve acımasızlığa dönüşü, tamamen onların henüz evrilmemiş kısmı ile alakalıdır. Bunu kötü bir yan olarak görmektense, yapısına verip, usulca sokağa, kendi haline bırakmak gerekir.

Ne zaman sinirlenecekleri belli olmaz, belli olmadığı gibi ani de olur ancak gözlerini açtıklarında geçmiştir. Ancak o gözler kapalıyken neler olacağını Tanrı bilir!

Siz ondan ayrıldıktan bir süre sonra yolda birkaç dişinin peşinde koşarken görmeniz muhtemeldir. Aynı gün içinde ikinci kez rastlarsanız, benzer birkaç dişiyi de onu kovalarken görebilirsiniz.

Adından da anlaşılabileceği gibi, yay burcundan çıkarlar, ikinci sırada da teraziler ve koçlar vardır. Muadili… Eee… Sokak köpekleridir…

Vakumlar

Vakumlar kendi aralarında gruplara ayrılsa da burada genel özellikleri verilecektir. Bu türü evinize alır almaz vücudunuzun bir yerine yapışacaklar ve siz onu oradan ameliyatla kazıyana dek de orada kalacaklardır.

Temel olarak bağımlı kadınların tercihleri arasında bulunur ancak kadın sağlığında ciddi problemler yarattığı tıp camiasınca açıklanmıştır. Her daim yanınızdalardır, sizi temsil etmekte üstlerine yoktur, asla yalnız bırakıldığınızı hissetmezsiniz. Fakat bir süre sonra asıl fark ettiğiniz, hiç yalnız kalmadığınızdır. Ancak yazık ki bu devrede siz de ona alışmışsınızdır.

Öncelikle yapıştıkları yere göre değişken olmak suretiyle, kendinize olan özgüveninizi emerler. Bunu o kadar akıllıca yaparlar ki, siz o emilen özgüven oluşuyor sanırsınız. Sabahları yatağınıza gelen kahvaltılar, aydönümlerinde boyunuz kadar çiçekler, durmak bilmeyen hediyelerin acısı bir şekilde sizden çıkacaktır.

Uğrunuza yapılan her güzel şey özel bir deftere yazılır ve ardından bedeli ödetilir. Sahiplenmesi kıskançlığa, kıskançlığı aşağılamaya dönüşür. Bir de bakarsınız ki aslında o hediyelerin ve çiçeklerin parasını siz ödüyorsunuz!

Bu tür çok şiddetli sinirlenir. Oku yayı şaşırmışlardaki saman alevi gibi de değildir sinirleri. Anında susulması ve uzaklaşmaya bakılması gerekir. O zaman veya sonrasında, uzlaşmaya çalışmak yersizdir. Çünkü onlar kendilerince sonsuz kadar haklı olacaktır.

Aklınız başınıza geldiğinde bile ondan ayrılmak istemeyeceksinizdir çünkü hala hayatınızda size ondan güzel davranan kimseyi görmemişsinizdir.

Anlatılanları göze alanlar bilsinler ki hayatları boyunca yemek yapmak zorunda kalmayabilirler, lüksün tepe noktasını görebilirler, çok güzel sevişebilirler… Ancak hepsinden önce, bu kararı verdiğiniz gün özgüvenlerinizi kapıda bırakın, en azından onu kovarken özgüveninizi nereye bıraktığınızı hatırlarsınız.

Aslan, terazi ve akrep burçlarından çıkmaları muhtemeldir.

Gereksizler

Ancak deneyip gereksiz olduklarını anladıklarınızdır. Hiçbir işe yaramazlar, spesifik özellikler yoktur. Gereksizlerdir.

Evde atılması gereken herhangi bir nesne muadilleri olabilir.

Dengesi Şaşmışlar

Adı üzerinde dengesizlerdir. O yüzden diğer sınıflara sokulmayan ya da sınıflar arası dolaşan her tür bunun içine girebilir. Bir gün munistir, ertesi gün sizi tepelemeye kalkar. Bir gün cimridir, ertesi gün coşar. Bir gün tembeldir, ertesi gün size tembel der. Asaletinize hayran olup kıskanır. Sizden ev kadını yapmaya çalışır, evle ilgilendiğinizde perişan göründüğünüzü söyler. Siz 1.76 cm boyundasınızdır, o aslında minyon tiplerden hoşlandığını söyler. Sizinle gereksiz yere başlattığı saldırgan bir kavgadan sonra ağlayarak “beni çok kırıyorsun” diye ağlayabilir. Yapmak istediklerini gerçekleştirememişler bunların arasından çıkar.

Ancak ata binmeyi biliyorsanız onlarla olmanızı tavsiye ederim. Bilmeyenlere de duyurulur; tırısta ritm tutturamayanlar g.tünden olur…

Terazi, balık, yay, kova ve yengeç burçları başta olmak üzere tüm burçlardan çıkabilir. Muadili mi? Hangi halinin muadili?

Sümsük Yapışkanlar

Fiziksel özellikleri ile zaten hemen ayırabilirsiniz. Genellikle uzun burunlu, ağlak ifadeli, yuvarlak gözlülerdir ama ‘iyi kalpli’ görünen yüzlere sahiplerdir. Çoğunlukla acıyarak eve alırsınız ve vicdan azabı çekme korkusuyla bırakamazsınız.

Genellikle her istediğinizi yapar. Fakat bunu ara sıra gururuna yediremez. O aralarda çıkış yapmaya kalkar. Gitmekle tehdit eder. Asla gidemez. Hatta yollayamazsınız da… Yollasanız da yarım saat sonra geri döner. Kapıyı tırmalar. Apartmanı inletir. Çıkış yaptığında kuvvetlice sarsarsanız yine susar.

Seks hayatınız iyi başlayabilir ama tatminsiz bir sürece girmesi kaçınılmazdır. Hayatları boyunca, kendilerini bırakmayacak birini arayan kızlar için ideal olduğu gibi, onları bile sıkabilme potansiyeli vardır.

Sizi rahat ettirmek için elinden geleni yapar ama yapısı gereği buna vakıf olamaz.

Bilerek almakta fayda vardır.

Tüm su grubu erkekleri bunun içindedir. Muadili sırt çantasıdır.

İdeal Erkekler (ya da kadınlar ne ister)

Yukarıda bahsi geçmiş ve geçmemişlerin tamamının kırması olandır. İyi ve kötü yanların hepsine birden sahip olandır. Yani ya tüm türlerin üzerinden geçtiği bir soya mensuptur, ya da varlığı efsane olandır…

Kutunu Açtım

Kutunu açtım. İçinden fahişe ruhlu bir adam çıktı. Bugünkü şansın bu kadarmış. Bundan böyle bununla geçineceksin… Her akşam düzenli olarak yollara düşeceksin geçmişini kovalamak için. Ehliyetsiz sürücüler tarafından kullanılmış insanlar çarpacak sana. Yollarda içine akarken kanın, aramaya devam edeceksin. Bulduğunu gömecek yerin olmayacak, geçmişini saklamak isteyeceksin bir daha bulmak zorunda kalma diye. Bir kutuya koyacaksın. Kutuyu yiyeceksin…

Kutunu açtım. İçinden kocaman korkularıyla bir aslan çıktı. Aslanı sen besleyeceksin kendi cesaretinle. Cesaretin bittiğinde kendinden vereceksin. Elinden kolundan geldiği kadar… Yeterince kaçtıysan dur derim artık…

Kutunu açtım. İçinden sağır bir müzisyen çıktı. Kuralı bu, sokakta elinde akordeonunla oturacak, çaldığını sezene kadar duymadığın küfürlere katlanacaksın. Gözlerinle duyacaksın zaten sana çarpan do’ları mi’leri, minörleri… Tutturamazsan ritmini, düşeceksin küçük sandalyenden kapalı kutuna… Kutudan biri şarkını duyup kutuyu açana kadar…

Kutunu açtım. İçinden sen çıktın. Tekrar kapattım.

Kutunu açtım. İçinden ben çıktım. Bozulmuştu. Attım…

Kutunu açtım. Kısırdöngü çıktı. Kapattım…

Kutunu açtım. Kısırdöngü çıktı. Kapattım…

Keşfedilmemiş Şarkılar

Keşfedilmemiş şarkılar lazım bize. Aldatmayan parçalar… Anısını beraberinde getirip de, asıl aidiyetini gizlemeyen şarkılar.

Kanlı bitirilmiş bir aşk hikayesinin ardından, ‘o seviyor’ diye döne döne dinlediğimiz, kendimizi ‘onun yüreğiyle dinliyorum’ diye kandırdığımız şarkıların, o çok değer verdiğiniz bir türlü eskimeyen aşkınızın, bir türlü eskimeyen eski aşkından kalan şarkılar olduğu geldi mi hiç aklınıza?

Her yaşanana ‘kara’ veya ‘pembe’ diyerek renk vermeye çalıştığımız ayrılık -veya birliktelik- evrelerinde, ne çok şeyle kandırıyoruz aslında kendimizi...

Elbette hepimiz, yaşadıklarımızın yonttuğu heykelleriz. Ve ne kadar kötü olursa olsun, gurur da duymalıyız geçmişimizle; bizi, bugündeki bizi var etti diyerek. Ancak şarkılar burada insanın duygusal boşluğundan faydalanıp, başka bir yere götürdüğü zaman düşünmek gerek…

Ben ezberledim bahsettiğim gibi bir şarkıyı. Tüm versiyonlarını. Şimdi yoksunluk dönemimin ardından açan cennet bahçesi çiçeklerinin arasından, yeniden duyduğumda bocalıyorum.

Her şey güzel giderken, parça anılı-acılı zamanlara işaret ediyor.

…ve dışa vuramadığım kıskançlığı parçayla birlikte ilerliyor, aslında benim onu hatırladığım parça, onun başkasının anısına olan hediyesi…

…kapatıyorum...

Çek Elini!

Kendimi bildim bileli yediğim şeye dokunmayı sevmem. Dokunduğum şeyi de yemeyi…
Hele başkasının dokunduğu gıda maddesi fikri beni çileden çıkarır!

İnsan eliyle temas etmemesi için mutlaka bir araç gereç vardır diye düşünürüm ki, sanırım hepsi için bu geçerli değil. Peki neden aynı muameleyi yapmıyoruz tüm yiyeceklere?

Çocukken ağzımı yüzümü karpuza buladığım zamanları hayal meyal hatırlıyorum; çizildiği kadar güzel görünen yarım daire karpuz dilimlerini…

Aralarda bir yerde edindim bu takıntıyı. Hala da kendimi aşmaya çalışırım ama pek mümkün olmuyor. Milletin aristokrasiye yorduğu çatal bıçak kullanımım tamamen bu takıntıyla ilintili.

Yiyemem efendim balığı – tavuğu öyle elimle. Karpuzu da tutamam! Evet, tost yerken de mutlaka çatal bıçak ararım. Soğuk sandviçi elle yemek bünyemde sarsıntıya sebep olur. Gel gör ki yemek yapmak gerek arada. Eh, malzemelerin tamamı için alet edevat kullanarak yemek yapamazsınız.

Bazı şeylerin hayvani dürtülerle devam ettirilmesi yanlısıyım da bir yandan. Eskiden çatal bıçak mı varmış! Normal insanların (!) bu tarz yiyecekleri elle yemekten aldığı keyfi buna bağlar ve gayet de mazur görürüm bir yandan. Onlar bana bulaşmasınlar yeter; ben de onlara…

Mecburen kullanacaksam elimi, dört parmakla sınırlıdır kirlenme alanım. Yemek sonrası parmak yalayanlarla tanışıklığımı kestiğim de söylenebilir. Çok mu titizim peki? Hayır, aksine pasaklıyımdır da epey. Takıntı, takıntıdır.Ancak! Tüm bu takıntıyı bıçakla kesen bir uygulama var. Bazı insanların elinden yemek yemek. Bu insanlar epey seçmece. Babam evet, annem hayır, babaannem evet, ablam hayır. Bu onların temizliği – pisliğiyle alakalı değil. Sevgiyle de…

Peki ama (hepsi değil) sevgili elinden yenilen gibisi var mı? Evliliğimin unutulmaz anılarındandır; asla üzümü salkımından koparıp yemedim, üzümler gibi nar taneleri de tertemiz ve ayıklanmış halde geldi hep önüme. Bana hep hitap ettiği ‘prenses’ lakabının yerini bulduğu anlar tam o zamanlara denk geliyor!

İnsan olma ve medenileşme sürecini sorgularken, bir böcekleri kendimizden uzaklaştırmış olmamıza, bir de yemeklere dokunmak zorunda kalmayışımıza sevinirim.

Kısaca; eğer yemek yerken ellerinizi kullanmaktan keyif alıyorsanız, benim yerime de keyif alın. -bana bildirmenize gerek yok :) -

Nereden mi icap etti bu yazı? Az önce patlamış mısır yerken çektiğim azap üzerine, hazır ellerimi dezenfekte etmişken yazayım dedim...

Ben Böyle Sevdim

Bu, binyılların aşk kelimelerinin üzerine koyulmuş bir biblo yazı.

Telaffuz edilmemiş kelimeler gerek bana adına aşk diyerek küçümsemeyeyim bu hissettiğimi diye... En sadelerinden, en süslülerinden, seslilerinden ve ıssızlarından geçtim aşk olanların; hiç böyle düşmedim ruhuma… Hiç böylesine istemedim dokunmak birinin ruhuna.

Deniz özgürlüğünde kal diye kendi dalgalarına bıraktım seni akıntıyı hesaplamadan; özgürlüğüne duyduğum saygıyı hesaplayarak. Ve tutsun istedim içimdekiyle sevgindeki hesap.

Belki de böyle güzel” deyip kendimi avutmak için ruhuma ‘seninleyken ben olmak için çıkardığım’ maskeleri taktım.

Yazılır mıydı hiç oysa tüm sevgiler, aşklar bütünlense birbirleriyle?

Deniz düşlerken, kurak kahverengilerde kaldı hayallerim. “İyi ki var” dediğim bir avuç anımı cebime koyup oturdum kendi ıssızlığımın ortasına… ve yazmaya başladım sana ömürler uzunluğunda.

Yaşadığım günlere haksızlık etmemek için tuttum gözyaşlarımı. Yazdıklarımı çoğunlukla kendime sakladım. Bir gün okunur da anlaşılmazsa, sönmesin kor olamamış alevlerim diye.

Sana, gururumu deliksiz eleklerden geçirip geldim; kendimi kendimden arındırarak. Tüm gücümü yüreğime yaslayıp, ayakta kaldım senin omuzlarından bir gram yük alabileyim diye…

Yaşadığımla kaldım, kaldığımla vardım.
Vardığımla kaldım, varlığınla vardım.